admin

Ashabı Kehf (Yedi uyurlar mağarası ) videosu

Ashab-ı Kehf (Yedi uyurlar) hikayesi nedir?

Ashab-ı Kehf (Yedi uyurlar) hikayesi nedir?: Yedi uyuyanlar olarak da bilinen Ashab-ı Kehf, inançları için yaşadıkları yerden ve toplumlarından vazgeçen bir grup kişinin hikayesidir. Ashab-ı Kehf hikayesi anlatılan tüm versiyonlarında, bir grup gencin inançlarının peşinden gitmelerini, yolculuklarında bir mağaraya sığınmalarını ve bu mağarada çok uzun seneler geçirerek ilahi bir güç tarafından korunmalarını anlatır. İşte, Ashab-ı Kehf hikayesi ile ilgili detaylar;

İslamdan önce Hristiyanlık dini ile ortaya çıkmış olan Ashab-ı Kehf hikayesi, zamanla Hristiyanlıkta önemini yitirmiş ve İslam dininde yer edinmiştir. Bunun en büyük kanıtı Kur’an-ı Kerim’de Ashab-ı Kehf kıssasının geçmesidir. Kur’an’da geçiyor olması bunun gerçekliğini de pekiştirmektedir ve dolayısıyla bu hikayeye inanılmaktadır. Ashab-ı Kehf hikayesinin geçtiğine inanılan 33 farklı mağara vardır. Bunların 4 tanesi de ülkemiz sınırları içindedir.

                        Ashab-ı Kehf hikayesinin içeriği;

                    Kur’an-ı Kerim’de anlatılan kıssaya bakıldığında, ilk defa Hristiyanlıkta bahsi geçen 7 uyurlar adıyla bilinen 7 kişinin varlığı ile ilgili bir bilgi bulunmamaktadır. Hikayenin detaylarının sadece Allah’ın bilebileceği şekilde geliştiği anlatılmaktadır. Bundan dolayı var olduğu iddia edilen bu 7 gencin mağarada kaç yıl uyku uyudukları da tam olarak belli değildir. Ancak rivayetlere bakılacak olursa, bu kişilerin mağarada 309 yıl uyudukları söylenmektedir.

                        Bu hikayede Ashab-ı Kehf olarak adlandırılan bu gençlerin, İslama inandıkları ve yaşadıkları toplumda putlara tapıldığı, bundan dolayı da inançlarını özgür bir şekilde yaşamak için uzak bir yerde hayatlarını yaşamaya karar vermeleri anlatılmaktadır. Bu amaçla çıktıkları yolda sığındıkları mağarada da Allah tarafından korundukları ve çok uzun yıllar boyu uyudukları söylenir. Bazı kültürlerde farklı söylemler ve anlatımlar olsa da, temelinde aynı hikaye ve durum anlatılır.

                         En fazla bilinen ve anlatılan hikayede, Ashab-ı Kehf Efsus adlı Afşin şehrinde hayat sürmektedirler. Bunlar 7 gençtirler ve altısı sarayda hükümdara hizmet etmekle görevlidirler. Bu gençlerin 3 tanesi hükümdarın sağında diğer 3 tanesi de solunda durmaktadır. Sağındaki gençlerin isimleri; Mislina, Mekselina ve Yemliha, solundaki gençlerin isimleri de; Şazenuş, Debemuş ve Memuş’tur. Sağda duran gençlere Ashab-ı Yemin, soldakilere de Ashab-ı Yesar adı verilmektedir.

                         Bu gençlerin yanında durduğu hükümdarın ise Roma İmparatoru Dokyanus olduğu ve putperest bir inanca sahip olduğu belirtilir. Hükümdarın putperest inancı haricinde inanışa sahip olanları öldürttüğü ve baskıladığı anlatılır. Bu gençlerin de İslam inancına sahip oldukları, kendi inançlarını yaşayabilmek için de toplumdan uzak bir mağarada yaşamaya karar verdikleri söylenmektedir.

                         6 genç kendi toplumlarını terk edip yola koyulduklarında, karşılarına bir çoban ve köpeği çıkar. Sohbet ederler ve çoban da onlara katılmak ister. Böylece grup 7 kişi ve 1 köpek olmuştur. Çobanın köpeğinin adının Kıtmir olduğu söylenir. Grup dağa yaklaştıklarında çobanın daha evvelden bildiği ve güvenli gördüğü bir mağarada teker teker dua etmeye başlarlar. Her biri Allah’tan merhamet isterler. Ashab-ı Kehf’in ettikleri duaların Kur’anda Kehf suresinin 13. ayetinde bulunduğu belirtilmektedir. Bir inanışa göre ashab-ı kehf hep birlikte şöyle dua eder “Allah’ım bize tek bir Allah’ın varlığına inanan bir yönetici ve toplum göster” ve o toplumda yaşayalım diye dua ederler.

                        Hükümdarın hizmetlisi olduklarından, bu gençlerin bulunması için harekete geçildiği ve saklandıkları mağaranın bulunduğu söylenir. Roma İmparatoru, onlara olan kızgınlığından dolayı içeriden çıkamamaları için mağaranın girişine taşlarla duvar ördürmüştür. İmparatorun bu düşüncesinin aksine gençler mağarada ölmemiş, onlarca yıl Allah’ın koruması altında en yaygın ifadeyle 300 yıl uyuyarak yaşamışlardır.

                       Ashab-ı Kehf’in ( yedi uyurlar) uykularından uyandıktan sonra ne kadar zaman geçtiği hakkında en ufak bir fikirleri bulunmamaktaydı, onlar sadece 1 gece uyuduklarını düşünüyorlardı, dolayısıyle onlar açısından sıradışı bir olay yaşanmamıştı, böylece ashab-ı kehf yiyecek bir şeyler alması için Yemliha’nın şehre giderek yiyecek bir şeyler alması ve geri dönmesini kararlaştırırlar.

                       Şehre inen Yemliha’nın şehri tanıyamadığı, bambaşka bir yer gibi olduğu hatta kıyafetlerinin garip gelmesi üzerinde dönemin insanları yemliha’ya garip garip bakmışlardır, yemlihanın cebinde uyudukları döneme ait olan altın bir para bulunmaktaydı, bu para ile fırından ekmek almak ister, ancak para çok değerli ve çok eski olduğu için şüphe uyandırır, fırıncının şikayeti üzerine sarayın askerleri de yemliha’yı dönemin hükümdarının karşısına çıkarır.

                       Ancak yedi uyurların Bu hükümdarın kendisi ile aynı inanışa sahip olması ve onlara inanması sayesinde dönemin kralı ile birlikte mağaraya dönmüşlerdir, tek bir Allah’ın varlığına inanan bir kral ve toplum gördükten sonra 7 uyurlar, tekrar uykuya dalmış ve bir daha uyanmamışlardır.

ZİLE KIŞLA MAHELLESİNDE 80′ Lİ YILLAR

Sonraki Önceki
Slide 1 |

KIŞLA MAHALLESİNDE
                                                      70-80 YILLARDA BİR GÜN;  

                                                                            ÇOCUKLARIN GÖZÜ İLE (Yağmur duası)
             Yağ yağ yağmur
                                Tarlada çamur
                                                Teknede hamur
                                                                  Ver Allahım ver
                                                                                         Sicim gibi yağmur
                           

                       Mıstık en önde çecin bir tarafından tutarken sesi gür çıkan diğer çocuklar bezin diğer uçlarında tutarak bağıra bağıra mahalleyi dolaşırdı. Mahallemizin Saffet abası havaların kurak gitmesi çoluk çocuğun mahallede boş boş dolaşmasın, hır gün çıkarmasın diye yağmur duası için yetişkin çocukları çağırır hadi size tereyağlı pilav yapacam şu bezi alın kim ne verirse alın derdi. Mahallenin ı yağ yağmur  tarlada çamur tekerlemesini duyan çocukların hepsi sokağa inerdi.

                      Herkes bezin bir ucundan tutar yağ yağmur tarlada çamur teknede hamur ver Allahım sicim gibi yağmur tekerlemesini hep bir ağızdan söylerdik. Saffet aba Avniye aba hepsi bir arada kazanlarının hazırlar biz çocuklar ise her kapıyı çalarak Bulgur yağ toplardık. Herkes evinde ne varsa neyi fazla ise ondan bir tas bulgurunu koyar yağı olan (tereyağı olmazdı ama o zaman vita yağı vardı ) bir kaç kaşık tepsinin üzerine koyardı. Böylece bezin ortasında biriken bulgur ve tepside topladığımız yağla beraber mahalleyi yusyuvarlak dolaştıktan sonra Saffet abanın evinin önüne gelirdik. Yağmur duasından sonra yağmurun yağmasını beklerdik. Saffet aba gelen bulgur ve yağla bize bi kazan bulgur pilavı yapardı. eksik olan bir şeyi varsa onu katardı. En çok da emeğini katardı.

                       Çocuklara hadin bakalım kendi tasınızı ve kaşığınızı evinizden getirin size pilav dağıtacağım derdi. Bulgur toplayan tüm çocuklar evlerine gider küçük tasları ile beraber gelirlerdi. Çocuklar sıraya girerek herkes tasına birlik pilavını alır oracıkta bir köşede kaşıklayarak yerdi. O pilav o kadar tatlı olurdu ki evde olsa zorunsuyarak bulgur pilavını yiyen çocuklar birbirleri ile yarışarak yerdi. Herkes orada karnını doyururdu.

                       Saffet aba bu işleri bazen havanın durumuna bakarak yağış yağma ihtimali olan güne getirirdi ki bakın sizin dualarınız kabul oldu demek için. Evet bazen yemek yerken yada dolaşırken bir iki yağmur dökülse sevinirdik. Koca kazan pilavından artan pilav hiç israf olmazdı durumu zayıf olan ailelere kendi tasları ile yaşlı tek başına kalan kadınlara özellikle birlik pilavından gönderirlerdi. Yinede kalan olursa orada bulanan çocuklara yakın komşulara taslarını doldurup evlerine götürmesi için dağıtırlardı.

                      Buradaki imece olandan alıp olmayana durumu kötü olana bir çeşit yardım gibiydi. Çocuklar güzel bir şey yaptıkları, kendi emek verdikleri için sevinçle yaparlar o pilavı da iştahla yerlerdi. kadınlar aralarında birlik beraberlik ruhu yaratarak komşu komşuyla güzel yardımlaşma ruhu yaratırlardı. kapıları çalın herkes ne verirse alın derdi.. Mahallede sokakta oynayan evde oynayan kim varsa yağmur duasının tekerlemesini duyan tüm çocuklar sokağa inerdi.

                            

         

Slide 2 |

                                                          KIŞLA MAHALLESİNDE AKŞAM MİSAFİRLİĞİ

                 Akşam olunca babalarımız işten eve gelirdi. Tabii sokakta oturan yaşlısı genci kadınlar kızlar hemen erkek yanlarından geçtiğinde toplanırlardı. Kadınlar eve gelmeye başlayan erkekleri görenler hemen akşam sofrasını hazırlamak üzere hemen evine girerdi. Evin beyi eve geldiğinde akşam yer sofrası açılırdı.

O zamanlar fırınlar bu kadar yaygın değildi. Tabii kadınların birbirlerine yardımlaşarak yaptığı bizim işkefe dediğimiz ama başka yerlerde yufka dedikleri ekmekle yemek yenirdi. Akşamları artık birlikte oturmaktan bazen canımız sıkılırdı. Öyle ya bütün gün oyna akşam eve geldin baban eve geldi. akşam yapacak bir şey yok. eskiden bir radyo vardı. babalarımız akşam ajansını hiç kaçırmazdı.. Tabii bizler yemekten sonra onu dinlerken sıkılırdık kardeşin varsa fazla sorun yoktu aranda gündüzden kalma sorun varsa hırlaşırdın yoksa kendi aranızdaki oyundan sonra canın sıkılırdı.

O gün komşulardan yada akrabalarda kimse misafirliğe gelmemişse bu gün bir yere gidek diye söylenirdik. Nere gidelim nere gidelim derken tabi yakın komşu ile gündüz sokak da konuşmuş onunla oturmuşuzdur. Bu iş te en çok akrabalar aklımıza gelirdi. Büyükler akıllarından kim geldi kim gitti diye hesap yaparlardı. Daha sonra o akrabaya bizle haber salarlardı misafirliğe geliyoruz diye. o zamanlar telefon yoktu tabii en iyi haberleşme aracı çocuklardı. Bizlerde dünden razı hemen emmi dayı biz size geliyoruz diye kapılarına gidip kapıyı çalar evdeler ise haber bırakırdık.

Bazen de o akrabalar bize gelirlerdi. Bi Şefika abamız vardı. bize geldiğinde en çok ondan hikaye dinlemek hoşumuza giderdi. Şefika aba gelirdi ama öyle boşu boşuna hikaye (masal) anlatmazdı bana ekşi yağlığızıl elma getirin anlatayım derdi. Hemen evdeki meyvelerin yerini çok iyi bildiğimizden annelerimizin sakladığı yerden istediği elmayı getirirdik. Başlardı bize anlatmaya o kadar güzel anlatırdı ki her geldiğinde aynı masalı yine anlatmasını isterdik. Bazen naz yapar bazen hemen anlatıverirdi. bizim de aklımıza yerleşirdi. bu masallar ama dinlemek daha çok hoşumuza giderdi.

 

Slide 3 |

                           Eve başka akraba misafir geldiğinde büyükler oradan buradan konuşmaya başlardı. Misafir kendi yaşıtımız çocuğu varsa onunla oyun oynardık bir süre sonra canımız sıkılınca gelen misafire yada babamıza amcamıza neyse hadi şu kütük sökmeyi anlat yada buz üzerinde kaymayı anlat derdik.

                           Babamız başlardı anlatmaya böyle çok sert bi kış olmuştu. her yer buz tutmuştu. ben bilader  Kadımıstık  dereboğazın da bağda çalışmışlar akşam olup eve gelirken tek kavağın orda derenin kıyında su göleti buz tuutuğunu görünce hadi şurada kayalım demişler. Hadi burada kayalım dedik. 3 kişiyiz buzun üstüne çıktık buzda bi kayıyoz bir uçtan bir uca hoşumuza gittikçe kayıyoruz. Bu arada babam buzun çatladığın çıtırdama olduğunu sezer bir köşeye çekilir. Büyük kardeşi kadımıstık kaymaya devam ederler. bir  iki kayar en sonunda buz çatlar ve buz gibi suya düşerler. Kardeşi ve kadımıstık  buz kırıldı bana söylemedin de kardeşine  niye bana söylemedin diye bağırır. Babam kıs kıs gülerken buzun içine düşen ikisi de  buzun üzerine buza kollarını yasladığı anda buz kırılır tekrar suyun için düşerler. Arkadaşlarına kıs kıs  gülerken babam; suyun içindeki kadımıstık  baban ağzına. sı.ç.. bizi kurtar diye bağırır, buza kollarını daya dayaya buzu kıra kıra kıyayı yaklaşırlar. Babam bunlar sudan çıkınca doğru eve giderken suya düşenler iki arkadaş ilkokulun yanına gelirler mahalleye utandıklarından hava karardıktan  sonra eve giderler . Anaları bu sizden daha küçük çocuk sizden daha akıllı der. Suya düşenler buzlu suda kalmanın bedelini ağır ateşleri içersin üç çekerler.

                        Bunları dinlerdik. daha sonra meyve faslı başlardı. Döngelimizi vazımız (ivez) sergen üzüm yada üzüm turşusu (bileniniz çok azdır herhalde ” biraz üzüm suyunu kaynatıp üzüm salkımlarını bütün koyarsın, üzüm hafif sarabımsı olur suyuna içerlerdi ” ) çördük yada kızıl armut turşusu, (o zamanlar domates biber patlıcanı pek bilen yoktu. sadece fasulyeyi iyi bilirlerdi) elma, armut  ayva bağdan bahçeden ne toplayıp, kışlık olarak saklanan ne varsa ortaya getirilirdi.
O zamanlar öyle meyve bıçağı yoktu herkes elmayı ısırarak yerdi. Ancak yaşlılar kendi bıçaklarını çıkarıp elmalarını soyarak yerdi.

                     Böylece misafir ziyareti sohbet ağırlama ve en son yolcu etme faslına geçilirdi. Misafiri yolcu ederken yine bekleriz diyerek evin yaşlıları hariç herkes dış kapıya kadar uğurlamak için çıkardı. Hatta gece teyzemiz yengemiz tek başına gelmiş ise akrabalarda aynı mahallede oturduğundan onun yanında çocuklardan birini katarak evine salimen götürmesini sağlardık.

Slide 4 |

                                        RÜYADA UÇMAK HELLE ÇORBASI VE DÜĞÜ PİLAVINA KAŞIK SALLAMAK

                            Akşam misafiri gittiğinde evde annelerimiz hemen kabı toplar yerlerimizi hazırlar tatlı rüyalar görmek uykuya hemencik dalardık.
O zamanlar hayal alemimiz sadece masallarda anlatılan Nekes ile Lekes( bencil ile cömert) Padişahın kızı ile keloğlan cin ile peri bazen şeytanla kedi hikayeleri anlatırlardı o zaman çok korkardık. O gün korktuğumuzda rüyamızda en çok uçardık. havada hiç uçak muçak görmediğimizden kuşlar gibi uçmayı hayal ederdik. Bağlarımıza bahçelerimize yada köye gittiğimizde o gördüğümüz tepeler üzerinde kuşlar gibi uçardık bazen uçarken korkardık. Uçuyorduk ama kanatlarımız olmadığından aynı salıncakla sallanırken yüreğimizin dayfalandığı gibi yüreğimiz pırpır eder ama uçmayı çok sevdiğimizden hem korkar hem de uçmak bizi kuş gibi hafifletirdi.

Belki küçük günahlarımızdan gökyüzünden aşağı kendimizi attığımızda böyle arınıyorduk .Yardan kendini atmak ama nereye kadar uçmak hiç rüyada bir yere indiğimi hatırlamıyorum hep uçarken korku ile uyandığımı hatırlarım Büyüdükçe günahlarımızda büyüdüğünden artık rüyada bile uçmayı göze alamıyoruz.

Çocukluğumuzun bize verdiği atalarımız  kuşlardan kalma müthiş bir histi belki. Tabii okula gitmiyorsak o günü tatilse sabah annemiz yanımıza gelir. oğlum kalk der kalkmazdık. Bir kaç defa yatağımızın başına gelir kalk kalk diye uyarırdı. Kadın aşağı iner evin içindeki kuyudan suyunu çeker sabah herkesin kahvaltısını hazırlardı.

Daha çok çorba yerdik hele birde helle çorbası ise bayılırdık bu çorbanın içine ekmek doğrayıp yemeye. (helle hayata ca toyga çorbası tokata ca tutar derlerdi) Sabahleyin saksağan(siyah beyaz karga) gelir damın arkasında öterse hayrola bu gün mahallede bir kötü bir şey olmasa bari damda saksağan cak cak ötüyo derlerdi. Akıllarının kıyısında bi aksilik olacağını aralarında söylenirlerdi.

                      Böylece kendilerini hem iyilik hem de kötülüğe olumsuzluğa karşı uyanık tutarlardı. Saksağanın ötmesini bu uyarı olarak görürlerdi. O gün sabahleyin helle çorbası yapmışsa annemiz o sabah iştahla iki tas çorba içerdik. Tabi kendisi un çorbası olduğundan dolayı pek tok tutmazdı. O sabah nedense tez acıkırdık gün tatil olunca annemiz hemen biz açıktık dediğimizde düğü pilavını yapardı. Ortaya pilav kazanını koyar herkes sıcak sıcak işkefeye pilavın kıyısından, kıyısından yemeye başlar. işkefeye düğü pilavına ortadan dalsan çok sıcak ağzını yakar. Yemek biraz fazla gelirse hadin ekmeği bırakın kaşıklayın derlerdi. Kaşıklamak hoşumuza giderdi. çünkü ekmeksiz yiyin demekti bu en sonunda dibinde kalmasın sıyırın çabuk yoksa nişanlınız çirkin olur, yüzü çakır çukur olur derlerdi. Böylece ortadaki tencerenin kıyısında köşesinde hiçbir şey kalmayana kadar kaşıkla sıyırırdık.
Yemeği yedikten sonra gözümüz sokaktaydı. Artık sokakta çocuk seslerini duyar duymaz bizde kendimizi sokağa atardık o günü kimin aklında ne oyun varsa hadi şunu oynayalım derlerdi sokağın tüm çocukları hemen aralarında oyun düzenine geçerlerdi. Böylece yeni bir gün oyun oynayarak akşam olurdu.

                                 

Sonraki Önceki

MİNİK ELLER YENİ DÜNYAMIZA HOŞ GELDİ

Minik eller

ah minicik eller sımsıkı tutar
parmağımda hayatı tutar
canı tutar, kendini tutar
o minik eller

bir gülümser dolu dolu
kahkahası dünya tatlısı
yok böyle bir güzellik
can tatlısı

yedi yıl bekledim
minik elleri tutmak için
sekizinci ayda acele etti geldi evimize
hoş geldi sefa getirdi hanemize

can getirdi şenlik getirdi minicik gülüşüyle
annesi o kadar özlemişki ninni söyler hep
Aslan miyav dedi  fare kükredi aslan kaçtı gitti diye
öyle tatlı tatlı dinler ki

hoşuna gidince basar kahkahayı
gönül dolusu gülüşü
mest eder gönlümüzü
minişim o kadar tatlıki

herkes çevresinde pervane
tüm gözler üzerinde
kimle göz göze gelse hemen gülümser
gülenle güler konuşanla hı hı hı diye dinler

yeter ki aşkım de şeker kız de miniş de
Arya de hepsi kendi adı gibi hepsine güler

dünya gülerse oda güler

İbrahim Gözel

İkinci Haçlı seferi ‘ ekonomik savaşları ‘ ve düşündürdükleri

“”Trump: Kudüs kararı””

”TANRI İSRAİLİ KORUSUN TANRI FİLİSTİNİ KORUSUN

VE TANRI AMERİKAYI KORUSUN”

Ve Tanrılar savaşı başladı. Kudüs; İskenderiye ve Mezopotamya kültürünün cazibe merkezi olarak yükseldiğinde çok tanrılı dünyadan tek tanrıyı (semavi dinleri) yarattı.

Yeryüzündeki çok tanrılı yaşamda yeryüzündeki her nesne tanrılaştırılırken gerçekte bulunamayan tanrı göğe çekildi. Semavi dinler tanrıyı nesneden ayırıp ; tanrı her şeydir her yerdedir diyerek yeryüzündeki tanrılar savaşını sonlandırdı; tanrıda birliği sağlayarak tanrılar savaşına son verdi.

Tanrıda birlik toplumlarına ilerlemesini bir evresiydi. Semavi dinler küçük tanrılar savaşına son verdiği gibi aynı zamanda yeni birleştirici güçlü bir felsefe ile Semavi tanrıyı yarattı. Bu semavi tanrı; tanrıda birliği yaratığından tüm semavi dinler birbirlerini besleyerek büyüdüler. Daha sonra semavi tanrı mücadelesi semavi yeni dinleri ortaya çıkardı. eski ahit(tevrat) ve yeni ahit (incil) son kitap (Kuran) ile yeni kitaplarını yazarak toplumlara  değişmez Anayasa koydular. Çok tanrıların dünya toplumu ayrıştırıcı olduğundan tek tanrı bütünleştirici olarak toplumların inançlarını daha rahat doyurdular.

Semavi dinlerin kurulduğu tüm modern dinlerin Kudüs felsefik ve yaşam tarzlarının biçimlendiği çıkış merkezidir

Şimdi Tevratın tanrısı ile İncilin tanrısı Kuran’ın tanrısına karşı ittifak yaptı.

Artık tanrılar savaşı başladı. İslam dünyasının geri kalmışlığı teknolojik geriliğinde ikinci dünya savaşından sonra Kudüs’e ikinci haçlı seferini başlattı. Kudüs’te İsrail devletini kurdular.

Ne yazık ki İslam alemi bilim insanı teknoloji insanı yerine hurafe üreten din adamları yüzünden tepelerimizde Amerika jetleri uçmaya başladı. Amerikan uçakları gökyüzünde uçarken yerli kabileler gibi gökyüzüne bu bizim yeni tanrımız bumu acaba demeden geçemiyorum.

Evet gökleri ele geçirdiler Uzayı ele geçirdiler. Bizim İslam aleminin merkezi Mekke de Altından gökdelenler ile altından yapılmış amerikan arabaları ile caka satarken Amerika’ dan kendi savunmaları için uçak filosu satın almaktalar. Dolayısıyla arapların koruyucusu ve hamisi Amerika’dır.

Allah’ın araplara bahşettiği petrol paraları Amerika bankalarına ve yatırarak onların tanrısına hizmet etmektedir. Dolayısıyla İslam dünyasının üzerine bombalar yağdırmakta mezhep savaşları ile İslam dünyasını birbirine düşman yapmakta oda yetmediğinde en ilkel İslam mezheplerini hortlatarak onların eline silah vererek İşid aracılığı ile İslam dünyasını yeryüzünde kana bulamaktadırlar.

Siz hiç Protestan mezhebini savunan ile Katolik mezhebini savunan devletlerin birbirlerine savaş ilan ettiğini gördünüz mü? (onların mezhep savaşı orta çağ da kaldı)

Artık İslam dünyası kendi tanrısına sahip çıkmalıdır. Allah adını anarak Allah a sabahlara kadar ibadet ederek gökyüzünde dolaşan uçan demirleri defedemeyiz. Hz Ali “ilim Çin de de olsa ilim gidin alın” diyor. Allah size ilim irfanı Müslümanlara altın tepside vermiyor.

İlim ve irfan çalışanındır. Ve İlim sahibi dünyanın sahibidir. Aynı zamanda kendinin sahibidir.

İlimden uzak bir yaşam toplumu kölelikle yaşama mecbur etmektir. Onların tanrısı bizim göklerimizde dolaşır (uçan demirleri) bizim tanrımızın uçan demirlerini gökyüzümüzde dolaştırmazsan kendi tanrımızında dünya da hükmü kalmaz.

Bizim din ulemasına sesleniyorum kendi ulemanızdan daha çok din ve ilimi birleştiren ilim ulemasını geliştirin yoksa İslam dünyasının üzerinde kara bulutlar dolaşmaya devam edecektir.

Kendi ulemanızı büyüterek (sürekli ibadet eden) değil topluma insanlığa hizmet eden toplumlar yetiştirin. Sizin İbadetinize Allah’ın ihtiyacı yok . İbadet kendi nefsini terbiye için ve allahın ibadet edenlere cenneti müjdelemiştir. Kuran’da İbadetin savaş hallerinde yolculuk da ve çalışma esnasında terk edilebileceği mevcut iken: toplumları üretim yapan çalışmaya sevk eden toplumlar geliştirmediğimiz de yaratılan İslam kültürünün islam aleminin gelişmesini ilerlemesini engellediğinde insanlarımızı ve İslam dünyasını diğer toplumların kölesi durumuna düşürürsün

İnsanları sadece ibadete değil Allah için hak için Allahın kulları için onları çalışmanın büyük ibadet olduğunu insanların çalışmaktan kaçmak için ibadet değil (tembelliğe alıştıran) çalışmayı bütünleyen ibadet ile Allah’a daha yakın olacağını bu nedenle insanın çok ibadet ile değil çok çalışmakla hakka hizmet edeceğini bu da İslam aleminin gelişmesini dolayısıyla İslam dininin gelişmesini sağlayacağını Gazzali gibi Kelamdan söz üreten değil; maddeden yeni bir dünya yaratan islam dünyası ile islam dünyasını zenginleştirin

Fakirlik köleleştirir zenginlik özgürleştirir. Fakir toplumlar diğer milletlerin kölesi olur

(Avrupa ve Amerika ya en alt tabakada çalışmak için kaçan İslam dünyasının milletler değil) şimdiki islam dünyası toplumu fakirleştirerek ortaçağdaki batıdan doğuya değil toplumları fakirlik göçünü doğudan batıya doğru yapılmakta dolayasıyla İslam dünyası fakirlik ve köle kültürü kültürü üreterek islam dünyasını ikinci sınıf toplum durumuna düşürmüşlerdir.

Kendi çağımızda Birinci haçlı seferlerindeki gibi Avrupa dan doğuya: doğunun zenginliklerini görmeye doğunun bilimini görmeye gelsinler.

Müslüman alemini bölüp parçalayıp ellerine silahlar tankları verip Müslümanı Müslümana kırdırmasınlar. Uçakları bombaları satıp Irak’ı Suriye’yi tüm doğu kültürünü ile yerle bir etmesinler.

Sıcak petrol paraları ile altından yapılmış en yüksek kulelerde yaşayan Arapların hala kabile devrini yaşayan Vahhabilere sesleniyorum. Artık islam alemini hurafe yaşam tarzları ile kadınları kapatarak iş dünyasından otomobil sürmesini engelleyerek siz uçak ve ilimi üretemezsiniz.

Başkalarından uçak satın alarak onların izin verdiği kadar gökyüzünün sahibi olursunuz

o yüzden diyorum ki : göklere sahip olan yeryüzüne de sahip olur.

Ve Amerika İsrail i ve başkent olarak KUDÜS’Ü tanıdı. İslam dünyası sadece karşı çıkar gibi yaparak konuşmakta olanı biteni sadece sözde(KAHHAR yaparak) dolayısıyla sadece seyretmekte .Ya da güneşe(yakıcı silah ve bombalara) taş atmakta(Filistin direnişi gibi)

HACIBEKTAŞI VELİ , MÜZE DERGAHINDAN GÖRÜNTÜLER

HACI BEKTAŞ VELİ

Hacı Bektaş Veli, 13. Yüzyıl’da yaşamış bir mutasavvıf ve düşünürdür. O, Anadolu’yu Türkleştiren Türkmen gücünün hayatına şekil veren bir halk lideridir. Hacı Bektaş Veli’ye bağlı Türkmenler’e, Bektaşi denilmiştir. Bugün Hacı Bektaş Veli, Anadolu gibi Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Bosna, Arnavutluk, Macaristan, Romanya gibi ülkelerde bile Türkler arasında bilinen, saygıyla anılan bir önderdir.

16. yüzyıl’a ilişkin Osmanlı belgelerini incelediğimizde kırsal kesimdeki nüfusun çoğunluğunun Alevi-Bektaşi nitelikli olduğu ortaya çıkıyor. Hacı Bektaş Veli, genelde kırsal kesime hitap eden bir düşünür/önder olarak sivrildi. Zamanla onun düşüncesi kentlere de girdi. Kentlerde Bektaşilik adı altında şekillenen bu düşünce, esnaf arasında oldukça yayıldı.

Öte yandan, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da Hacı Bektaş Veli’nin düşünceleri etkili oldu. Osmanlı Devleti, Türkmen göçebelerine dayanan bir özellik taşıyordu. Bu beyliğin kurucusu Osman Bey, eşitlikçi bir dünya görüşünü temsil ediyordu.

Osmanlı Devleti Balkanlar’a geçince Bektaşi düşüncesinin eşitlikçi, insancıl özünden de yararlandı. Bugün bile Balkan ülkelerindeki Bektaşi dergahlarına Hıristiyan halkın saygı duyması, işte bu düşünce genişliğinden kaynaklanmaktadır.

Hacı Bektaş Veli’nin mekanı ve makamı olarak bilinen Hacıbektaş İlçesi, bugün Nevşehir’e bağlı bulunuyor. Kırşehir ile Nevşehir arasındaki bu ilçe, ünlü Kapadokya havzasında yer alır. Bölge, Orta Anadolu’nun ilginç alanlarından birisidir. Buralar Roma ve Bizans uygarlığının çok kuvvetli eserlerini de barındırmaktadır. Ünlü peribacalarının, kaya kiliselerinin, yeraltı şehirlerinin bulunduğu bir bölgede yer alır Hacıbektaş.
Hacı Bektaş Veli Karacahöyük’te hayata gözlerini yummuş ve burada toprağa verilmiştir. Onun mezarı çevresinde derhal bir türbe oluşturulmuş ve burası kısa sürede dergaha çevrilerek (halk üniversitesi haline getirilerek) merkez nokta yapılmıştır. Karacahöyük’te, Hacı Bektaş Veli’nin makamına onun soyundan gelen ve Çelebiler denilen çocukları oturmuşlardır.

Karacahöyük adı, daha sonra Hacı Bektaş Veli’ye saygı ile Hacıbektaş’a çevrilmiştir. Bugün Hacıbektaş İlçesi, Nevşehir’e bağlıdır ve turizmin hızla geliştiği noktalardan birisidir.

Hacıbektaş Veli Çilehane( Delikli taş ) ve Beş taşlardan Manzaralar

ÇİLEHANE (DELİKLİ TAŞ):

Çilehane, giriş ve çıkışı bulunan küçük bir mağaradır. İlçe merkezinin 3 km. doğusunda meyilli bir tepededir. Mağara girişi, bir insanın yürüyerek rahatça girebileceği genişliktedir. Mağara içerisinde yüksekçe bir yerde ve bir insanın zorlukla geçebileceği, dışarı açılan bir delik vardır. Hacı Bektaş Veli’nin bu mağarada zaman zaman halvete kaldığı söylenmektedir. Delikli Taş olarakta bilinen Çilehane, Hacıbektaş’ta en çok ziyaret edilen yerlerdendir. Yaygın bir inanışa göre, günahı olan insan, zayıf dahi olsa bu delikten geçemezmiş. Delik onu sıkarmış; bir adak adayınca serbest bırakırmış. Günahı olmayanlar, delikten rahatça geçermiş.

Çilehane’nin bulunduğu tepenin batısında kesme taştan yapılmış, kemerli bir çeşme vardır. Suyun aktığı geniş oluğun üzerindeki 967 (M.1559) tarihli yazıtta şunlar yazılıdır: “Âb-ı Zemzem didi Bektâş-ı velî ma’lûm-u nâs – Sâhib-ül-hayrât Mîr Mahmûd Muammer Ayâs – Târîhi Dokuzyüz altmışyedi’de oldu temâm – An Abdâl-i Bektâşî Hüseyn an der Aras.” Çeşmedeki 1326 (M.1908) tarihli yazıtta ise şunlar yazılıdır: “Çakıran karyesinden bir mîr-i âtıfet hû – İsmi ânın Kahraman, hayrâtı idüb arzû – Bir bağçe kıldı inşâ bir çeşme itti icrâ – Hizmette kasdı hâlâ Derâh-ı Pîr’e yâhû – Baba efendi elhakk sa’y eylemekte ancak – Namında Feyzî mutlak fikreylesen ayân bû – Bir çıktı cevher âsâ târihi söyle Baba – Bu bağçe pek dilâra oldu bu çeşme dilcû – Sene 1326.” Bu ikinci yazıttan, Fevzi Baba zamanında Çakıranlı Kahraman tarafından, çeşmede ve çevresinde düzenlemeler yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Suyunun şifalı olduğuna inanılan bu çeşme, Zemzem Çeşmesi olarakta bilinmektedir.

Çilehane’nin bulunduğu meyilli tepede, mitolojik yönden Hacı Bektaş Veli ile ilgisi olduğuna inanılan Minder Kaya ve Kulunç Kaya vardır. Mindere benzeyen bir kaya ve arka tarafında sırt yaslanabilecek ikinci bir kayadan oluşan Minder Kaya’ya, Hacı Bektaş Veli’nin oturduğu söylenmektedir. Kulunç Kaya ise, yine bu bölgede olan hafif meyilli bir kayadır. Sırt ağrısına iyi geldiği söylenen ve sırt üstü yatarak aşağı doğru kayılan kaya, üzerinde kayılmasından dolayı parlak bir görüntü kazanmıştır.

Tel örgü ile koruma altına alınmış olan Çilehane girişinde oluşturulan “Ozanlar Yolunda”, Alevi-Bektaşi anlayışında “Yedi Ulu Ozan” olarak anılan Nesimi, Yemini, Fuzuli, Şah İsmail Hatai, Kul Himmet, Virani ve Pir Sultan Abdal’ın heykelleri yer alıyor. Yolun devamında ise Aşık Veysel, Davut Sulari ve Yunus Emre heykelleri yer alıyor. Ozanlar Yolu’nun sonunda 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta Madımak Otelinin yakılmasında hayatlarını kaybedenler anısına dikilmiş “Ozanlar Anıtı” ve 17 Mayıs 2002 tarihinde kaybettiğimiz büyük ozan Aşık Mahzuni Şerif’in mezarı ve anıtı yer almaktadır.

Çilehane tepesinde yer alan Hacı Bektaş Veli heykeli ve Radyo Barış tarafından yaptırılmış olan dört kişinin semah dönüşünü tasvir eden heykeller, “Ozanlar Yolu” nu tamamlayan unsurlar olarak karşımıza çıkıyor.

Çilehane’deki Anfi Tiyatro önünde ise Hacıbektaş Belediyesi’nin yaptırdığı “İnsanlık Anıtı” yer almaktadır. Ozanlar Yolu’nun doğusunda Hacıbektaş Belediyesi tarafından oluşturulan “İz Bırakan Aydınlar Mezarlığı”nda ise, öldüklerinde Hacıbektaş’ta defnedilmeyi vasiyet eden Turhan Selçuk, İlhan Selçuk ve Fikret Otyam’ın mezarları bulunmaktadır.

Devamını Oku »

Kapuzbaşı Elif şelalesi ve Aladağlar Toros manzaraları

Yahyalı yolu üzerinden Aladağlar üstünden küp şelalesine inerken arabamız zirvede  beş  en fazla on kilometre hızı geçemiyordu. 180 km yi 5 saatte geçip Adana’ya ulaşırken saat akşamın beşinde yola çıktığımızda gecenin 22:30 eve ulaştık. Yol kısa ama  Aladağlar  geçit vermiyordu. Yol üzerinden bir köyden durup çocukların fotoğrafını çekerken çocuklar makineden kaçarak saklanıyordu. Zirvede  yolumuzu elle yazılmış tahta parçası üzerine Kozan yazı ile bulmuştuk. Tabiki telefon ve dahi Navigasyon hiç çalışmadı. sadece hislerimizle yolu bulurken Küp şelalesine hava kararmadan geldiğimize o kadar sevindik ki . Ya yola geç çıksaydık , ne bileyim bir aksilik olsaydı dağ yolunda kalırdık, çekicinin çıkamayacağı yoldan ancak ve ancak traktörle yol bulurduk. Tabii traktörde bu yolları kaç saatte geçer kim bilir. Neyse en çok sevindiğimiz şey: Allahtan giderken Adana, Pozantı, Niğde,  Kayseri otoban yolundan  Yahyalı’ya salimen uzun yoldan ama kısa zamanda gittiğimize sevindik. Kapuzbaşı köyüne vardığımızda Üç manda gövdesi büyüklüğündeki Kapuzbaşı şelalesi  dağın içinden adeta bir  ırmak fırlıyordu. Irmağın içine ve bu dağın içinden tek bir şelale değil üçü bir arada kapuz başı dağı yararak akarken hemen üs başında Elif şelalesi adete dağı bıçakla keser gibi taşın  ortasın patlayan nehir taşların arasından yeşil yosunları arasından süzülerek nehre ulaşır hemen altındaki su değirmenine sürekli dağın içinden su taşır. Yine dağın güneyinde iki tane daha nehir taşların arasından patırdayarak akar.  Seyhan nehrini , Çukurova’yı sulamak isteyen Zamantı nehri Aladağların ve taa ki Torosların çıplak kayalarından  kopardıkları alüvyonlarını Adana’nın Çukurova’sına taşır ki hem kapuzbaşını hem Yahyalı’yı hem Dumanlı Erciyes’in Kayseri’sini ve hemen hemen tüm Anadolu’yu doyurur.  Kapuzbaşı’ndan çıkan küp şelalesinden Simit şelalesine kadar hepsi belki bütün dünyanın en zengin alüvyonlu Çukurova’sına su taşır can taşır. Onlar Adana’nın sıcağında  dört koldan Çukurova’yı bir ağ gibi ören kanallarla yılda en az iki çok çalışana üç öğün ürün verir üç zaman hasat yapar. İşte Kapuzbaşı neyin başıdır bilir misiniz asılında Çukurova’nın başıdır

Aladağlar, Kayseri – Niğde – Adana illeri arasında bulunan dağ sırası, bitki örtüsü ve hayvan çeşitleri bakımından zengin bir çeşitliliğe sahiptir. Bu nedenle dağın 54.524 hektarlık bir bölümü 1995 yılında Milli park ilan edilmiştir.

Aladağlar’da güney kısımda Akdeniz İklimi, kuzey kısımlarında Karasal iklim hakimidir. Güney bölümde kızılçam, sedir, karaçam, Toros göknarı yaygındır. Kuzey yamaçlarda, İran-Turan bitki topluluğuna ait bozkır türleri yaygındır. Kuzey bölümlerde insan baskısıyla Antropojen bozkır alanları artmaktadır[1].

İçindekiler
1 Dağcılık faaliyetleri
2 Aladağ’a ulaşım
3 Kaynakça
4 Bağlantılar
Dağcılık faaliyetleri[değiştir
En yüksek doruğu 3767 metre yüksekliğinde ki Kızılkaya’dır. Aladağlar’da, tırmanışlar için 3700 metre üzerinde dört doruğun yanı sıra 3500 metrenin üzerinde 50’den fazla doruk vardır. Bu doruklar Niğde il sınırları içinde devam eden Toros dağ kıvrımlarının (Orta Toroslar) en yüksek doruklarıdır.

İlk baharda eriyen karlardan dolayı Aladağlar’da birçok göl oluşur, ama kurak yaz mevsiminde bu göllerden çoğu buharlaşıp yok olur. Yalnızca yer altı suları ile de beslenen birkaç göl kalır. Aladağlar içinde birçok gölün bulunduğu genişçe bir kazanı andırır.

En uygun tırmanış zamanı Haziran, Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarıdır.

Demirkazık zirvesi
Kalker kayalardan oluşan Aladağlar’da Emli, Barazama vadileri ve güney yamaşları dışında ormanlık alan görülmez. Dağda alpin bitki toplulukları gelişmiştir.

Demirkazık Tırmanışı: Aladağların en önemli zirvelerinden olan Demirkazık (3756 m) tırmanışı için Çukurbağ köyünden yaya olarak 1,5 saat uzaklıktaki Sokullupınar kamp yeri olarak seçilir. Kamp yerinden doruğa tırmanış ve dönüş normal olarak 10-12 saat sürer. Aladağlara çok sayıda tırmanış yapacaklar Yedigöller Vadisini kamp yeri olarak seçmelidirler. Çukurbağ köyü-Yedigöller yaya 10-12 saattir. Yedigöllerden Emler Zirvesi, (3723 m) Kızılkaya, (3767m) Direktaş (3510 m) doruklarına çeşitli çıkış yollarından ulaşılır. Demirkazık Köyünde özel idarece yaptırılmış olan 100 yataklı yeni ve modern bir dağ evi bulunmaktadır. Burada yemek ve duş imkânı olduğu gibi, bir kütüphane ve dinlenme salonları da mevcuttur. Dağ evinden hareket edilerek birçok spor ve geleneksel tırmanış rotalarının bulunduğu cimbar boğazına ve Demirkazık, (3756) Küçük Demirkazık (3425m) zirvelerine tırmanmak mümkündür.

Ayrıca Çukurbağ köyünden hareketle 1,5-2 saatlik bir yürüyüş sonunda Emli vadisine varılır. Buradan da Kaldı (3734 m), Güzeller (3461 m) ve Alaca (3588 m) zirvelerine tırmanmak mümkündür.

Aladağ’a ulaşım[değiştir
Aladağlar’a ulaşım için üç ana yol bulunmaktadır.

Batı Yönünden: Niğde’den araçla 1,5 saatte Çukurbağ veya Demirkazık köyüne gidilir. Bu köyde her tür otel hizmeti veren bir dağ evi vardır.
Güney Yönünden: Adana’dan Karsantı’ya buradan da Acıman ya da Trak yaylalarına gidilir.
Kuzey-Kuzeydoğu Yönünden: Kayseri’den Yahyalı’ya buradan da Barazama veya Büyük Çakır (Şelale) köylerine gidilir.

Geçmişe Yolculuk

          Kışla mahallesinde büyümeye başladığımda en çok bağlarımızı hatırlarım. Dereboğazında ki kavak ağaçlarını, en çok çınar gibi büyüyen şalvallı kirazının sürekli sulanan ağacı ile her zaman üzerinde kiraz toplamakla bitmeyen gür dalları ve üst taraftaki bağın içindeki zerdali ağacının altına dökülen zerdalilerin annemlerin kurutmasını hatırlarım. Babamla ( beyaz emmimle) her kış dere boğazından gelen selin önüne beton ve taştan set yapardık; kavakları ve derenin kıyısındaki erik ağaçlarını sel götürmesin diye .                        Azığımız genellikle kerpiç gibi tas içindeki kavrulmuş yağlı kavurmaydı. Her sene beton ve taş ile aynı yere set yapardık . Yine her sene yukardan gelen şiddetli sel her tarafı yıkıp geçerdi. Sarı kırmızı dameskene eriklerimiz süt eriklerimiz kışlık eriklerimizi yine şamakı dutlarımızdan kışlık meyve ihtiyacını karşılardık. Baharın biraz zahmetli olurdu bağa gitmek. Eşeğin sırtına yüklenen eşyalarımızla beraber bir saat yol yürürdük. Ağaçları sulamak için yukarıdan, çayın kıyısında bozulan arkları yapardık. Bir kilometre boyunca ark dan salimen suyun gelmesini ağaçların sulanmasını sağlardık ki baharda açan çiçeklerin meyve verebilmesi için. Tabi ekmek ayvasını unutmak kışın en iyi ayvayı seçmek ayrı bir macera olurdu. Bunların arasında en önemli meyvemiz tabii ki ekşi elmaydı. Komşu en bilge ninelerimiz geldiğinde(daha çok akrabalar gelirdi tabii ama) bir ekşi elmaya bir hikaye anlatması için yeterdi. her misafirliğe geldiğinde bıkmadan usanmadan belki aynı hikayeyi tekrar anlatması için ekşi elmanın en iyisinden getirirdik. Belki günü iyi geçmişse ballandırarak anlatırdı bazen kötü bir gününe denk gelince hikayeyi kısa keserdi. Bu hikayelerden sonra en önemli şey kışlık meyvelerimizdi .

                 O zamanlar buz dolabı yoktu her şeyi ya kurutulur ya hoşafı yapılırdı ya da sirkede bekletilir turşu olarak yenirdi. Ayrıca kışın olan meyvelerimiz vardı . Bizim “Vaz”dediğimiz bir başkalarının “ivez” meyvesi olarak bildiği ham olarak toplanan kışın yaprakları ile asma yapılıp bekleye bekleye olgunlaşan vazı ve döngeli yerdik. döngelin turşusunu da yaparlardı. En çok en güzel turşu üzüm turşusuydu. Üzüm turşusunun içine tabii ki sirke atılmazdı. Üzüm önceleri sergen yapılırdı üzüm soğuğu yiyene kadar çatıda serili üzümleri yerdik. Daha sonra üzüm turşusunu getirirlerdi annemler. Bilmeyenlere söyleyelim üzüm salkımı ile suya atılırdı sanırım yine de bunları büyükler daha iyi bilir. O zaman geçtikçe sirkeye dönüşen üzüm salkımlarını bembeyaz görünce taze üzüm gibi sanırsın oysa hafiften üzümün şekeri alkole dönüşmüş mey hoş bir tadı vardır. Yine üzümden bilirsiniz kışla mahalleliler neler neler yaparlar.

                    “Kömesini pekmez” şırası ile yarmadan yapılan tatlı tarhanasını kışın enerji deposu aynı zamanda bağışıklık sisteminin en azimli bekçileriydiler. Tabi bulgur kaynatmasını nohut kavurmasını, çedene ile yapılan kavurgalar hemen hepsi misafirlerimizle beraber yediğimiz içtiğimiz şeyler bu arada şakacı büyüklerin nohut kavurgasından yaptıkları nohutları atarlardı. Odanın içi yerlerde nohut kavurgası ile dolardı. Küçük nohut başımızı yarmazdı; ama küçük büyük arasındaki kaynaşmanın bir başka biçimiydi. Her zaman hikayeler anlatılmazdı bazen büyüklerimizin yaşadığı macera dolu yaptıkları işlerini anlatırlardı.

                     Onlardan birini aklımda kaldığı kadar anlatayım. Babam Kadımıstık. Dolduroğun Ali ve ismini hatırlamadığım dört arkadaş dağa odun kütüğü sökmeye gidiyorlar. Tabii herkesin durumu o kadar iyi değil. Herkes azığını (yiyeceğini) kendi Çıkını(büyük torba olarak kullanılan bez) yiyeceklerini koyup beline bağlarlarmış. Kadımıstık biraz bunlardan küçükmüş aynı zamanda durumları iyi olduğundan anası onun azığını diğerlerine göre daha iyi koyarmış. Herkes küp çökeleği yemekten bıktığından onun ekmeği tereyağlı veya ne bileyim yağlı peynir koyarmış. Bunu herkes bildiğinden o günü bunun azığını almışlar oturup yemişler. Eşeğin semerini de çıkarıp isirinliğin (bük ve kara çalıların arası)içine atmışlar eşeğinin ipini çözmüşler. Neyse bir süre sonra odunlarını peydah edince Kadımıstık (sonra mahalle bekçisi oldu mahallenin benim bildiğin hükümette çalışan belki de tek memuruydu) eşeğinin yanına gider bakar herkesin eşeği yerinde bağlı bunun eşeği yok.

                   Diğer arkadaşlarına sorar. herkes bilmiyoruz der. Eşeğin kaçmış olabilir der. Bu eşeğini aramaya başlar bir zaman aradıktan sonra biraz ötelerde yayılırken bulur. Bu seferde eşeğin semeri yoktur. Yine arkadaşlarından yardım ister benim semerim yok nasıl odunları götürüyüm diye. biz senin semerinin bekçisi miyiz der geçiştirirler. Herkes odunlarını yüklerken bu eşeğin semerini bulur bu arada yemek yemeye zaman bulamaz. Şaka yapan arkadaşlarının derdi de zaten yemek aklına gelmesin diye oyalamaktır dertleri . Kadımıstık herkesten sonra odunlarını yükler diğerleri bu arada hava kararıyor biz gidiyoruz sen odunu yükle gel derler. Arkadaşlarının muziplikleri bitmez. Yedikleri azığın çıkınını parçalayıp yol üstünde dallara asarlar. Kadımıstık eşeğini kaybetmiş onamı üzülsün yolda dallara asılı çıkınını görünce a…ına eşek tepesiceler hem azığımı yemişler hemde dallara asmışları diye küfürler ede ede eve gelmiş, ;
                 Kış günlerinin en güzel masalları idi bunlar. bize masallarla hikayelerle yaşanmış deneyimlerini anlatarak sıcak bir ortamda büyüdük. büyüklere saygı duymayı küçükleri sevmeyi hep yaşayarak öğrendik. Öğrenmemiz hep yaşayarak olduğundan hiçbir hikayemiz unutulmazdı. Hatta o kadar kendimizle ilgili bilgileri birbirimize sözlü olarak aktarırdık ki: benden 7 yaş küçük kardeşim benim küçüklüğümün nasıl geçtiğini kendi görmüş gibi anlatırdı. Nasıl karanlıktan korktuğumu beni hayatta beklediğini falan anlatırdı.

                   Neyse fazla kafanızı yormayım okursanız küçük kardeşim gibi sizde geçmişi kendi yaşamınıza dahil edersiniz okumazsanız da zaten yapacak bir şey yok SİZİN: (HAYATINIZ OKUDUKLARINIZ VE ÖĞRENDİKLERİNİZDEN DEĞİL SİZİN YAŞADIĞINIZ KENDİ HAYAT ÇİZGİNİZ OLAN TECRÜBELERDEN BAŞLAR) bu nedenle okumayan öğrenmeyen toplum ve bireyler olarak hep yeniden Amerika’yı keşfederiz hep aynı tas aynı hamam olur hayatınız babanızın ki gibi olur hayatınız aynı yerde tekerrür eder. Yeni hayatlarda yeni yaşamlarda yeni buluşlarda buluşmak dileği ile hep esen ve hep güzel kalın
Mahalle’deki ismim Gözel bilen bilir Muslu çıkmaz sokağının çocukları Aligülüler Mıstık C, a

Apilinin O. Büyük babam Aşuroğulu Ali’nin torunu Ahmet in büyük oğluyum
İbrahim Gözel

error: Content is protected !!